Yıl 1956 1 Haziran.....
Dışarısı geceden kalmanın yorgunluğunu üzerinden atamayan, ve alacakaranlığın ilk gün ışıltısıyla yollara düşen seyyar köy pazarcılarının "Ürgüp üzümü.." sesleriyle sessizliğinden sıyrılıyor. Nevşehir de çiçekler meyveya dönüşende bir cenin dünyaya merhaba diyordu.
Bozkurt mahallesinde düğün vardı. Köy pazarcılarının avaz sesleri arasında bir küçük ay parçası boğazı yırtılasıya dünyaya gelişini müjdeliyordu. Ahmet ve Remziye çifti dünyaya gelen bebeklerini bağırlarına basıyorlardı. Ahmet ÇATLI bir erkek çocuğu olduğunun müjdesini aldığında mutluluğunu çevresinde bulunan mağdur insanlara yardım ederek gideriyordu. ÇATLI´ların mutluluğu öylesine büyüktü ki, bütün dostlara haber veriliyor ve aile büyüklerinin bir araya gelmesiyle doğan bebeğe "Abdullah" isminde karar kılınıyordu....
ÇATLI ailesi Abdullah´larına kavuşmanın sevinciyle günlerce, aylarca haklı bir gurur yaşıyorlardı, sebebi ise yörenin inançları ve töreleri gereği doğan bebeğin erkek olması hem bayan Remziye ÇATLI hem de bay Ahmet ÇATLI icin bir başka gurur vesilesiydi ve Abdullah 7 yaşında Babası Ahmet ÇATLI oğlunu elinden tuttuğu gubu Gazi İlkokuluna götürüyordu. Artık Abdullah ilk ögrenimini yapacağı Gazi İlkokulunun 64 nolu birinci sınıf ögrencisiydi. Siyah önlüğünü ve naylon çantası eline alan Abdullah 2 ay gibi kısa bir zamanda harfleri öğrenip hecelemeleri yaparken ögretmeni tarafından sınıf başkanlığına seçiliyordu....
Abdullah ilk üç yılında bütün dönemlerde karnesini pekiyle doldururken son iki yılında, yani 4. ve 5. sınıflarda ise sınıflar arası bilgi yarışmalarında grup başkanı olarak yarışmalarda arkadaşlarıyla birlikte birincilikler alıyordu ve yine böyle bir bilgi yarışması. Abdullah ve arkadaşları birinci oluyorlar. Okul yönetimi tarafından başarılı öğrencilere birer adet kitap dağıtılıyor. Abdullah ilerde hayatını yönlendirecek bir kitaba kavuşuyor, bu kitap Vatan Sairi Namık Kemal´in kitabıydı ve Abdullah Namık Kemal´i okuyor sonrasında da arkadaşlarıyla birlikte "Vatan Yahut Silistre" yi sahneye koyuyorlardı....
Abdullah artık ilkokulu bitirmiştir. Okul sezonunun başlamasıyla birlikte amcası Mustafa ve babası Ahmet ÇATLI´yla birlikte merkez ilköğretim okuluna kayıt yaptırıyor ( Bu okulun şimdiki ismi Yunus Emre Ortaokulu) Ortaokulun ilk yılında teşekkür belgesi alan Abdullah sosyal yönlü etkinliklerede katılıyordu. Abdullah´ın çalışkan ve başarılı bir öğrenci olduğunu gören öğretmenleri ona yine sınıf başkanlığı veriyorlardı ve Abdullah okulun bando takımına alınıyor işte bu an küçük Abdullah için çok şey demekti. Akşam eve geliyor ve annesine şöyle diyordu: "Ana bando takımına girdim resmi elbise giyeceğiz. Babama söyle beyaz gömlek alsın" diyordu...
Yıl 1970 Abdullah ortaokuluda başarıyla tamamlıyor. Artık Abdullah´ın bıyıkları yavaş yavaş terlemeye başlamıştır, kendince o artık yetişkin bir delikanlı olmuştur. Giyimine ve yürümesine son derece dikkat ediyordu ve gencecik bir yürek kıpır kıpırdır. Göğsünü yakan yüreğine dek inen bir sevdadır onu olgunlaştıran onu değişik giyinmelere iten. Mahallesinde karşısına çıkan ve bakışlarıyla yüreğini yakan bir çift göz vardır ki o gözler ilerde onunla birlikte zolukları göğüsleyecek olan hayat arkadaşı Meral ÇATLI´dır...
Henüz lise birinci sınıf öğrencisi olan Abdullah, Ali isimli arkadaşıyla birlikte okula gidip geliyorlardı. Bir gün okulda onun hayatını yönlendirecek bir ders konusu geçiyor. Biyoloji öğretmeni Ayşe Murat ARARAT Evrim teorisini işlerken: "Evet buradanda anlaşıldığı üzere insanoğlunun soyu maymundan gelmedir." diye konustuğu anda Abdullah bir anda ayağa kalkarak: "Hayır ögretmenim insanlık çamurdan yoğrulmustur yani torak´tan gelmiştir, çünkü okuduğum Kur´anı Kerim´de öyle diyordu, babam öyle demişti, camii hocamız öyle demişti...." diye karşılık verdiğinde öğretmeni "sen otur bakalım, benden iyimi bileceksin?" diyerek onu yerine oturmaya zorluyordu. Okulda yaşadığı olayı unutamayan Abdullah´ın kafası karışıyordu, akşam anne ve babasına soruyor, onlarda kendi düşüncesi yönünde cevaplar veriyorlardı...
Abdullah´ın beyni bu soruyla doluyken, Nevşehir caddelerinde Ülkücüler miting yapıyorlardı. Abdullah´da kalabalığa karışıyor yanında arkadaşları Ali, Muammer ve Turgut vardır miting sonrası Nevşehir genç ülkücüler teşkilatına gidiyor ve duvarlardaki tablolardan etkileniyor. Bir elinde kurt başlı tug ve yanında Bozkurtla duran Kürşat tablosu onu etkiliyor, bu etkinin sonucundada yanında bulunan kendinden büyük bir abisine tablonun ne olduğunu soruyor. Bu sorunun karşılığında eline bir kitap tutuşturuluyor. Bu kitap H.Nihal ATSIZ´ın "Bozkurtların ölümü ve dirilişi" adlı eseridir.
Ve Abdullah artık Nevşehir "Genç Ülkücüler" teşkilatının devamlı elemanıdır. Okul sonrası eve çantasını bırakıyor hemen "Genç Ülkücüler" teşkilatına koşuyordu. Kısa sürede bütün teşkilatca takdir edilen ve sevilen bir genç olan Abdullah ocak da verilen bütün seminerlere katılıyordu. Aldığı bilgi donanımıyla özellikle Tarih derslerinde çok başarılı oluyordu. Abdullah disiplinli, çalışkan ve dürüst olmasının sonucunda Nevşehir Lisesinde sınıfların reisliğine getiriliyordu, kısa bir zamanda Nevşehir Lisesinde büyük bir Ülkücü Gençlik kitlesini oluştururken, ilerde geleceği yerinde adeta temelini atıyordu....
Abdullah Lise birinci sınıf ögrencisiyken iki sevdanın koruyla yaşıyordu. Birincisi ülküye sevdalanıyordu, diğeri ise gönlünü çalan bir çift göze. Nevşehir Lisesinde geçen ilk yılını başarıyla geçen Abdullah, ocakta aldığı bilgi birikimiyle kendini daha iyi yetiştiriyordu...
...Ve DEVLETİ VE VATANI İÇİN GÖREV ALMAYA BAŞLIYORDU...
Bir İDEALİST ve idealizmin bir diğer adı Abdullah ÇATLI
Neler vermedi ki; gençliğinin en güzel dönemlerini verdi. Kalabalıklar gibi akşam olup da sobanın başında yada renkli odalarda çayını bile içemedi. Kuşandı öfkesini ve yürüdü çirkefliğin üzerine ve işte 20. yüzyılın Kürşadı diyeceğimiz, yağız bir çeri, yılmaz savaşcı Abdullah ÇATLI. Onu okudukça onu öğrendikce gururun basamaklarını tek tek çıkacaksınız hele birde onu tanıyınca bakın nasıl mutlu olacaksınız. An gelir, devran döner. Ve silinir sisli camlar, camların silinmesinin ardından gerçekler bir ayışığı gibi yüzümüze vurur. Sonra da oturur ağlarız.... Niye, ne için??
Halbu ki mefkureci olanlar, idealist olanlar için bu tip gelişmeler pekde öyle şaşırtıcı değildir, çünkü idealist insanlar herzaman, her olaya hazır olanlardır.. "An gelir, idealsiz insanlara özenerek baktığımız olur. O insanlar rahat yaşar, iyi yerler, iyi içerler, gülerler, eğlenirler bazen öyle anlar olur ki; isyan tohumlarını, bağrımız parçalanırcasına toprağa dikesimiz gelir. Sıradan insanlar gibi olmayı öylesine isteriz ki..."
Ama olamaz, yapamayız, yükleniriz sancılı Türkülerimizi dağlar ardı marşlar söyleriz. Herşeyimizdir o marşlar, o Türküler. Çünkü ülkücülerin hayatı bambaşkadır, onların Lugatında rahatlık, huzur kelimelerine yer yoktur, onlar daima bir mücadele içinde ömür tüketir, çile çekerler, sancı yüklenirler. Yinede varolmanın sancısını verirler. An olur hemen hemen herkezle, herşeyle zaman zaman çatıştıkları olur, anlaşılmazlar. An olur, arkadaşlarıyla an olur, yoldaş sandıklarıyla ve hatta an olur sevdikleriyle, aileleriyle ömürleri boyunca hiç anlaşamazlar....
Anlaşamazlar, çünkü: Karşısındakiler bir ülkünün belli esaslarından ziyade siyasetin değişen çehresine uymayı tercih eden insanlardır. Öyle anlar olur ki, çoğu kez başları belaya girer, yinede pısırıklık yaşamazlar, yinede sinmezler öyle ki ipe bile gitseler onların böyle halleri, kalabalığa göre, yani yaşadığını düşünen birilerine göre uslanmaktır oysa idealist olana göre de yılmamamak ve pes etmemektir ki doğru olanıda budur "İdealist, dünya nimetlerinden yana nasibsizdir, dünya nimetlerinde gözü yokturki nasib olsun. Onun için bir lokma peynir ekmek ve bir parke yeterlidir. Maddiyata karşı öylesine kayıtsızdır ki kalabalıkların hayretine sebep olur..."
İdealist, herkesin istediğini istemez, ne istediğinide anlatmaz öyleki; Kendi zevklerinin dışında zevk tanımayan kalabalığın gözünde "ZEVKSIZ" bir adamdır.Onu anlayamazlar ve hatta an olur küçümserler. Hayatı anlamamakla suçlanır. Ama idealistler böylesi kınamaların muhatabı olmazlar. Yeter ki inandıklarına dokunulmasın!. Kalabalıklara göre o bir hayalperesttir. Olmayacak düşlere dalmış bir zavallıdır, öylece uyumakta ve başkalarınıda uyutmaya çalışmaktadır. An gelir fikirler gerçekleşir, kalabalıklar hayret gözlerle bakarlar ama nedense "Haklıymışşın" demezler. Üstelik birde "Böyle olacağı belliydi, bizde bir hayli çalışmıstık" derler.
İdealist, ülkücünün ülküsü ile münasebeti , hakiki bir aşkta sevenle sevgilinin münasebetine benzer, hep verendir hiçbir zaman alan olmaz... Sevgili nazlıdır, sitemi eksik etmez incinmeye, yalnız bırakılmaya hiç gelmez. Diğer durumlarda genelde dikkatsiz hareket eden idealist, sevgilisi, ülküsü söz olunca baştan başa hassasiyet yüklüdür, tepki yüklüdür!..
Neler vermedi ki; gençliğinin en güzel dönemlerini verdi. Kalabalıklar gibi akşam olup da sobanın başında yada renkli odalarda çayını bile içemedi. Kuşandı öfkesini ve yürüdü çirkefliğin üzerine ve işte 20. yüzyılın Kürşadı diyeceğimiz, yağız bir çeri, yılmaz savaşcı Abdullah ÇATLI... Onu okudukça onu öğrendikce gururun basamaklarını tek tek çıkacaksınız hele birde onu tanıyınca bakın nasıl mutlu olacaksınız....
Bir 3 KASIM AREFESİNDE...
Büyük Reis Abdullah ÇATLI 3 Kasım 1996 da hakka yürümüştür. Abdullah ÇATLI kırk yaşındaydı. Turan ülkesi kadar büyük bir akrep ısırmıştı beynini. Ümmet coğrafyası kadar geniş bir kor düşmüştü yüreğine. Ülküleri için yaşadı. Ülkesi için öldü. O sadece Gökçenimizin ve Selcenimizin babasıydı. Abdullah ÇATLI ondan gelen ve ona dönen her fani gibi ölüme yürüdü. Ardından çok şey söylendi. Ruhunu muazzep, ailesi ve daostlarını müteessir kılacak çok şeyler yazıldı. Bilmeye çalıştı herkes onu Öğrenmeye çalıştı..Lakin kimse anlamaya gayret etmedi.
Abdullah ÇATLI kırk yaşındaydı. Turan ülkesi kadar büyük bir akrep ısırmıştı beynini. Ümmet coğrafyası kadar geniş bir kor düşmüştü yüreğine. Ülküleri için yaşadı. Ülkesi için öldü. O sadece Gökcenimizin ve Selcenimizin babasıydı.. "Mafya" dedikleri çirkefe ne tenezzül gösterdi, ne de bu kavramı bir lahza olsun telaffuz etti. Yıllar var ki, ülkemiz örtülü bir savaş içinde. ABDULLAH ÇATLI bu savaşta yan tuttu. Yan tutmakla kalmadı, risk aldı, bedel verdi.
Kimileri deniz gibi köpürür,
Kimileri dalga dalga secdede,
Kimileri kılıç gibi savaşıyor,
Kimileri kanımızı içmede.
diyordu ya, hani şair. ABDULLAH ÇATLI kılıç gibi savaştı, onurlu bir ömür sürdü. Hakka yürüdü. Mevla rahmet eylesin.
Ruhun Şad Mekanın Cennet olsun BÜYÜK REİS...
EY KARA TOPRAK ÇATLASANDA HER ZERREN SOĞUKTAN, SANA ŞEREFSİZCE DÖNMEYECEĞİM
Taki 3 KASIM 1996' daki Susurluk' taki "ESRARENGİZ" kazaya kadar...
ALLAH GANİ GANİ RAHMET EYLESİN...
MEKANIN CENNET, RUHUN ŞAD OLSUN BÜYÜK REİS !
|