TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN TARİHİ GELİŞİM SÜRECİ
Milliyetçilik, milletten türetilmiş bir kelimedir. Arapça olan millet kelimesi "din topluluğu", manasına gelmektedir. Dilimizde millet "nation" kelimesine karşılık olarak kullanılmaktadır. Lâtince bir fiil olan "nasci" den gelen "nation" aynı yerde doğmuş bir insan topluluğu manasını ifade etmektedir. İngilizcede milliyet anlamına gelen "nationality" kelimesinin varlığı 1691'den itibaren tespit edilmişse de, bunun bugünkü anlamda ilk kullanılışı 19. yüzyılın başlarındadır. Fransızcada da aynı anlama gelen "nationalite" kelimesi ilk defa 1885'te Akademi Sözlüğü'ne girmiştir. Milletin tanımı, tartışmalı bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları'nda milleti "dilce, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir" şeklinde tanımlamaktadır. Yusuf Akçura'ya göre ise millet, "ırk ve dilin esasen birliğinden dolayı içtimaî vicdanında birlik hasıl olmuş bir cemiyet-i beşeriye"dir. Sadri Maksudi Arsal'a göre milleti teşkil eden unsurlar şöyle sıralanabilir; "milleti teşkil eden kişilerin bir devlet içinde yaşaması veya yaşamış olması, nüfus, coğrafi alan, bağımsızlık, dil birliği, örf ve âdetler birliği, ortak dinî inançlar, millî seciye, çoğunluğun aynı ırktan olması".
Mehmet Gönlübol, milliyetçiliği "millî devletleri siyasî örgütlenmenin ideal birimi olarak kabul eden, milletlerin yaratıcı kültür enerjisinin ve ekonomik refahın kaynağı olduğuna inanan görüşün ve duyuş ve düşünüş havasının geniş halk kitlelerine yayılmış biçimidir" diye tanımlamaktadır. Halk arasında milliyetçilik ile insanın üyesi olduğu millete duyduğu derin bağlılık duyusu anlatılır. Diğer bir ifade ile milliyetçilik, millet olmanın eyleme dönük bilincidir. Seton-Watson'a göre milliyetçiliğin iki esas anlamı vardır. İlk anlamıyla milliyetçilik milletlerin karakterleri, çıkarları, hakları ve görevleri ile ilgili doktrini ifade etmektedir. Diğer anlamıyla milletlerin ileri sürdükleri amaçları ile çıkarlarını ilerletmeyi amaç edinen örgütlenmiş siyasî bir akımdır. Bu akımın gerçekleştirmeyi istediği iki ana amaç bulunmaktadır. Bunlar; milletin hakim olduğu bağımsız bir devletin yaratılması ile millî birliktir. Mehmet Nihat ve Emre Cemiloğlu'na göre "millet ve milliyetçilik, temelde, bir mensubiyet şuurunu ve şuurun icaplarının yerine getirilmesini" ifade eder. Ernest Gellner'e göre "Milliyetçilik en genel ve basit anlamıyla, siyasî birim ile millî birimin çakışmalarını, örtüşmelerini öngören siyasî bir ilkedir". Marksistlere göre ise millet, milliyetçilik ve din, birer sahte bilinçler olup sahici ilişki ve kimlikleri tayin eden sınıf ilişkileridir Millet ve milliyetçilik evrensel değildir ve aşılması gereken geri unsurlardır.
Çünkü insanlık tarihi bir ilerleme tarihidir. Burada Marksistler, sınıf ilişkilerinin ve sınıf kimliğinin tek etken olduğunu ve millet ile din kimliklerini yok eden bir mahiyet taşımadığını ileri sürerek ve insanlık tarihinde dinin ve milletin medenileşme hareketlerinde oynadığı rolü göz ardı etmişlerdir. Genellikle milliyetçiliğin ana kavramları, ana vatan ve millî sınır, ana dil ve yazı, din, tarih ve eğitim, ırk ile sınırlandırılmıştır. Bunlar milliyetçiliği şekillendiren millî karakteri oluştururlar. Buna göre her milletin müşterek bir karakteri vardır. Bazıları millî karakteri ırk ve kanın tayin ettiğini belirtmişler; bazıları ise iklimin, siyasî-dinî- sosyal-ekonomik şartlarla değişen âdetlerin millî karakteri tayin ettiğini belirtmişlerdir. Elie Kedourie milliyetçiliği açık ve kapalı olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Açık milliyetçilik ırk ve etnik kökeni göz önüne almadan vatandaşlardan meydana gelen siyasal bir toplumu, bir toprak teşkilâtını ifade eder ve idealini gelecekte arar. Kapalı milliyetçilik ise, milletin millî karakteri olan kan ve ırk gibi ortak kökenler ve ana vatanlarında köklü bir şekilde bulunmuş olma gibi konuları işler. Bu şekilde millî karakterin saflığını ileri sürerek bunun yabancı etkiler altında bozulmamasına çalışır ve ideallerini kavmi ve eski geçmiş üzerine kurar. Türkiye'de bu adla anılan bir partinin, Milliyetçi Hareket Partisi'nin kurucusu ve genel başkanı olan Alparslan Türkeş'e göre milliyetçilik "Türk milletini sevmektir.
Türk milletini sevmek ise, Türk milletinin iyiliğini istemek, onun yüceltilmesi için çalışmak, onun hakkını, hukukunu çiğnetmemek ve milletimizi kısa zamanda dünyanın en çok refaha ermiş, en zengin, en güçlü toplumu hâline getirmek; dağınıklığı gidermek, esaret altında bulunanların esaretten kurtulmasını sağlamaya çalışmak ve Türklerin kendi aralarında sıkı bir sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasî iş birliğinin gelişmesini sağlamak demektir.
Türk milliyetçiliğinin ilk izlerini 8. yüzyılın ilk yarısında yazılmış bulunan Orhun Abideleri'nde görmekteyiz. "Türk" adı da yazılı olarak ilk defa bu abidelerde zikredilmektedir. Abidelerde Türk adı, yalnızca Türk kavminin adı değil Türk devletini karşılayan geniş bir deyim olarak kullanılmıştır. Göktürk Hakanı Bilge Kağan, "Çin milletinin sözü tatlı, hediyesi yumuşak imiş, Çin milleti tatlı sözü, yumuşak kumaşıyla Türk milletini kendine yakınlaştırmış, kendine yakınlaşmayanı da öldürmüş. Pek çok Türk milleti bu tatlı sözlere ve yumuşak hediyelere kanarak öldünüz" diye milletini uyarmış; "Türk milletinin adı, sanı yok olmasın diye gece uyumadım, gündüz oturmadım. Tanrı buyurduğu ve bahtlı olduğum için ölecek hâle gelen milleti dirilttim. Aç milleti tok, az milleti çok hâle getirdim" diyerek milleti için çalışmanın gerekliliğini belirtmiş; "Ey Türk, Oğuz Beyler, millet işitin! Yukarıda mavi gök çökmezse, aşağıda yağız yer delinmezse, senin ilini töreni kim bozabilir?...
Ötüken ormanında kalırsan, yurdunu ebediyen elinde tutacaksın" diyerek ülkenin ve törenin önemini belirtmiş; "Türk beyler Türk adını bıraktı, gelinlik kızların cariye, yiğit erkeklerin köle oldu" diyerek Türk adının önemini vurgulamış; "Ey Türk titre ve kendine dön!" diyerek de millî şuurun ve benliğin önemini belirtmiştir. Türklerin İslâmiyet ile tanışmasından hemen sonra 11.yy'da Kaşgarlı Mahmut tarafından Araplara Türkçe öğretmek için yazılan ilk Türkçe sözlük Divanü Lügati't-Türk'te Kaşgarlı Mahmut "Gördüm ki Yüce Tanrı devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurmuş, onlara Türk adını kendisi takmış, hakanlığı onlara kendisi vermiş. Zamanımızın padişahlarını hep onlardan teşkil etmiş. Cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış. Her kim onların diline sığınırsa onu kendinden sayıyorlar, her türlü korkudan kurtarıyorlar. Bunun içindir ki Türk olmayanlar da Türk diline sığınmakta, bu vesileyle zarar ve ziyandan kurtulmaktadır" diye Türk milletini övmüş ve "Türk dilini öğreniniz çünkü onların uzun sürecek saltanatları vardır" diye bir hadisi belirtmiştir. Hadis doğruysa, Türk dilini öğrenmenin dinî bir vazife olduğunu, eğer hadis doğru değilse böyle bir hadisin uydurulmasının Türk dilini öğrenmek veya öğretmek ihtiyacından doğduğunu belirtmiştir. 12.yy'da yaşayan Fahrettin Mübarekşah, Türk ve İslâm büyüklerinin seceresini belirtmek için yazdığı "Secere-i Ensâb" adlı eserinde Türk sedef içinde deryada bulunan bir inci gibidir.
Kendi yurdunda bulunduğu zaman kadir ve kıymeti yoktur. Lâkin oradan çıkınca denizden ve sedeften çıkmış inci gibi kıymetlenir ..... Arapçadan sonra Türkçeden daha iyi ve daha heybetli hiçbir dil yoktur" demiştir. Daha sonra aynı şuuru Hindistan'da bir Türk İmparatorluğu kurmuş olan Babür'ün Hatıraları'nda, Çağatay döneminde Hüseyin Baykara ve Nevâî'nin eserlerinde görmekteyiz. Hatta Nevâî, Farsça ve Türkçenin mukayese edildiği Muhakemetü'l- Lügateyn adlı bir eser de yazarak, bu eserinde "Türkler Sartlardan daha keskin zekâlı, daha üstün anlayışlı, daha pak ve daha saf yaratılışlıdır. Türklerin küçükleri, beyleri kölelerine kadar Farsçayı öğrenmelerine rağmen, Sartlar, Türkçeyi öğrenememişlerdir. ... Türkçede incelikler, derinlikler yükseklikler çoktur. Bugüne kadar hiç kimse bunları inceleyerek meydana çıkaramadığı içinçağlarda nasıl ihmal edilmiş olduğunu, bu yüzden Türklere bile gönül verilmediğini, hatta bizzat Türklerin bile bu güzel ve ince gizli kalmışlardır. Türk'ün bilgisiz ve zavallı gençleri güzel sanarak Farsça şiir yazmaya özenirler .... Ana dilin üzerinde düşünmeye koyuldum. Türkçenin derinliklerine dalınca gözlerime on sekiz bin âlemden daha yüksek bir âlem göründü" gibi ifadelerle Türklerin ve Türk dilinin yüceliğini belirtmiştir. Özbek hanlarından Yadigar Han'ın torunu Hive Hanı Ebü'l-Gazi Bahadır Han, milletin tarihi ile şuurlu bir övünç duymuş, Tanrı tarafından Türk olarak yaratılmayı bir şeref bilerek 17.yy.'da Şecere-i Terâkime ve Şecere-i Türkî adlı eserlerini vermiştir.
Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Farsçanın edebiyat ve sanat dili, Arapçanın ilim dili olarak geliştiğini, Türkçe'nin ise halk arasında konuşulduğunu, kullanılmaya kullanılmaya köreldiğini görmekteyiz.
Buna rağmen XIII.yy'da Âşık Paşa, Garibnâme adlı eserinde
"Türk diline kimse bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi bu dilleri
İnce yolu ol ulu menzilleri"
gibi mısralarla, Türkçenin o dili bilmediklerini söylemektedir. 17.yy'da yaşamış olan Vanî Mehmet Efendi "Arâisü'l-Kur'an ve Nefâisü'l- Furkan" isimli Kur'an tefsirini kaleme almış, Türk ve Oğuz kelimelerini rahatlıkla kullanan bir Türk milliyetçisidir. Vânî Mehmet Efendi, Arap medresesine intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından körüklenen Arap hayranlığı ve Türk düşmanlığı cereyanına sırf ilmî sebeplerle isyan etmiş, Arap tefsircilerinin Ye'cüc ve Me'cüc'ü Türkleştirmelerine mukabil "Türkler, Kur'an'da bahsi geçen Zülkarneyn'den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu hususta tereddütü mucip olacak bir nokta yoktur" ifadesiyle aksini müdafaa etmiş; Ye'cüc ve Me'cüc'e karşı demir ve bakırdan bir set yaptıran Zülkarneyn'i Türkleştirmiştir.
18. ve 19.yy'da batıda Türkoloji çalışmaları artmış, Orhun Abideleri ve Kutadgu Bilig gibi Türklerin temel kaynakları çözülmüştür. Bir taraftan da Osmanlı Devleti devamlı toprak kaybediyordu. Eflâk ve Bûdan kaybedilmiş, Sırplar, Yunanlılar ve en nihayet Bulgar da müstakil birer devlet kurmaya muvaffak olmuşlar, gayri Türk unsurlar, Türk olmadığını söyleyen kendi soyundan insanlarla birleşip teşekküller kurmaya başlamışlardı.
İşte bu dönemde cılız da olsa Edirneli Nazmî ve Mahremî gibi yazarlar Türkî-i Basit adı verilen cereyanla sade Türkçeyle eserler vermişlerdir. Bu cereyandan sonra Fransız İhtilâli'nin etkisi altında kalarak eski edebî ananelere karşı bir aksülâmel yapmak için lisanın sadeleşmesini ortaya atan Tanzimat'ın ilk neslini yani, Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa ekolünü görmekteyiz. Bu nesil eski şiir kalıplarını ve tertipleri reddederek, vatan, millet, halkçılık mefkûresine hizmet eden ve tamamen Fransız edebiyatından mülhem bir edebiyat yaratmak istiyorlardı. Şinasi 1860 yılında çıkardığı Tercüman-ı Âhval gazetesinin mukaddemesinde "Türk yurdunda gayrimüslim tebaanın kendi lisanlarıyla birer gazete çıkarmakta oldukları halde millet-i hâkimeden hiç kimsenin Tercüman-ı Ahval'in intişarına kadar böyle bir teşebbüse girişmediğini" söylerken Türk milletini diğerlerinden ayırarak aslî unsur olarak belirtmiştir. Namık Kemal ise "Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azimetten" diyerek millet yolunda çalışmanın yüceliğini belirtmiştir. Ziya Paşa'da da dil ve edebiyat alanlarında Türkçü bir tutum görülür. Bunu Hürriyet gazetesinde yayımladığı "Şiir ve İnşa" makalesinde görmekteyiz. Ziya Paşa, bu makalesinde "Türk edebiyatında öteden beri kullanılan şiir ve nesir lisanın tabiî bir lisanın olmadığını, tabiî Türk şiirinin halk şairleri arasında yaşadığını; Türk dilinde edebî eser yazmanın lâfız oyunlarına uymak mecburiyeti yüzünden bir kat daha zorlaştığını ileri sürmektedir. Tanzimat'ın en renkli siması Namık Kemal'dir.
Namık Kemal'in kendini Arnavut sayması yer yer Osmanlı tabiriyle Türk kelimesini yer değiştirerek kullanmış olması, bazı şüphelere yol açtıysa da Osmanlı Devleti'nde hâkim millete mensup bir vatanperverin kavimci bir millet ilkesi izlemesinin tasavvur dışı olduğu muhakkaktır. Namık Kemal'in en önemli tarafı, Tanzimatçılar karşı tepkisi, Tanzimatçıları batılılaşma içinde kendi benliklerini kaybetmelerini ve gayrimüslim tebaaya verilen haklarla Türk-Müslüman hâkimiyetini sarstıkları yolundaki itirazıyla, vatan-millet-hürriyet gibi kavramları bu konuda hiçbir terbiye almamış topluma sokarak daha sonraki milliyetçi gelişme için bir nebze yönlendirilmiş bir kitle hazırlamıştır.
Bu yüzyılda Avrupa'daki Türkoloji çalışmaları Türkiye'de de etkisini göstermiş Ahmet Vefik Paşa'yla başlayan ilmî milliyetçilik Süleyman Paşa, Özbekler Tekkesi Şeyhi Süleyman Efendi, Ali Süavî, Ahmet Cevdet, Ahmet Mithat Efendi, Veled Çelebi, Şemseddin Sami ve Bursalı Tahir'le devam etmiştir.
Lise tahsilini Fransa'da yapan Ahmet Vefik Paşa, birçok doğu ve batı ülkesinde elçilik yapmış, maarif nazırlığı, dahiliye nazırlığı ve sadrazamlık(Başbakanlık) görevlerinde bulunmuş, Avrupa'daki Şarkiyat çalışmalarını yakından takip etmiş bir milliyetçiydi. Önce Ebülgazi Bahadır Han'ın Şecere-i Türk adlı eserini Çağatayca Türkçesinden Osmanlıca Türkçesine aktarmıştır. Bu suretle Orta Asya tarihinin bilinmeyen bir kısmını Türkiye Türklerine tanıtmak ve bizim millî tarihimizin Osmanlılarla başlamadığını, Türk'ün çok daha eski ve asil bir tarihi olduğunu ortaya koymuştur.
Daha sonra Lehçe-i Osmanî isimli lûgat kitabını yayımlayarak ilk defa Türkçe kelimeleri Arapça ve Farsça kelimelerden ayrı telâkki etmiş, muhtelif Türk lehçeleri hakkında bazı bilgiler vermiş, bu lehçelerin yayılış sahalarını belirtmiş, Türk maddesinde bazı Türk kavimlerinin isimlerini saymıştır. A.Vefik Paşa'nın diğer bir hizmeti de içinde 6-7 bin atasözümüzün toplandığı Darb-ı Mesel Mecmuası'dır. Bu atasözlerini muntazam bir hat sırasıyla toplayan ilk ve zengin bir kaynaktır. İlmî Türkçülüğün ikinci siması bir asker ve devlet adamı olan Süleyman Hüsnü Paşa'dır. Süleyman Paşa Mekteb-i Harbiye Nazırı iken Harp Okulu'nda okutulacak olan ders kitaplarıyla bizzat ilgilenmiş, hatta bir kısmını da kendisi telif etmiştir. Bu kitaplardan birisi İlm-i Sarf-i Türkî adlı gramer kitabıdır.... O'na göre "Dilimize Osmanlı dili, milletimize Osmanlı milleti denemez. Çünkü Osmanlı tabiri devletin adıdır, milletimizin adı ise sadece Türk'tür. Bu sebeple lisanımıza Türk dili, edebiyatımıza da Türk edebiyatı dememiz lâzımdır". Süleyman Paşa'nın dikkati çeken diğer bir eseri de Tarih-i Âlem'dir. Yazar, ilk defa Türk tarihinin eski çağlarına 159 sayfalık bir bölüm ayırarak eski Türkler hakkında önemli bilgiler vermiştir. Ölümünden sonra oğlu tarafından basılan Hiss-i İnkılâp adlı risalesinde "Türk milletinin Avrupa'daki her türlü yeni ve medenî hareketleri kolayca kabul edebilecek ve hatta örneklerini de geçebilecek kabiliyette olduğunu, bu milletin ilerlemek için sadece hükûmetin teşvikine muhtaç olduğunu" belirterek o dönemde Batı karşısında tezahür eden sosyal aşağılık kompleksine karşı çıkmıştır.
Buhara'da doğarak 1847'de İstanbul'a gelen ve Özbekler Tekkesi'ne Şeyh olan Süleyman Efendi 1877'de bir heyetle Macaristan'a gitmiş ve 1882'de meşhur Çağatay Lûgatı'nı neşretmiştir. İçinde 8 bin kadar kelime bulunan sözlük, Nevâî, Ahmet Yesevî ve Munis'in şiirlerinden seçilen örneklerle süslenmiştir. Şeyh Süleyman Efendi Çağatay Türkçesi ve Osmanlı Türkçesinin bir büyük dilin iki kolu olduğunu ve birliğini belirtmiştir. Tarihî eserleriyle şöhret kazanmış olan Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet'inde bazı önemli olayları aktarırken Türklüğe önem verdiğini açıkça ortaya koymuş, Kısas-ı Enbiya'sında aruzun Türk diline yabancı olduğunu, Türk dili için tabiî veznin parmak hesabı olduğunu ileri sürmüştür.
Eserlerinde kullandığı sade ve güzel Türkçeyle halka inebilen, belki de üslûbunda en çok Türkçülük bulunan Ahmet Mithat Efendi, velût şahsiyetiyle Türkçeyi halka sevdirmiştir.
23 Aralık 1876'da başlayan I. Meşrutiyet Devri, 13 Şubat 1878'e kadar devam etmiştir. Bundan sonra imparatorluk 30 yıl sürecek Abdülhamit Devri'ne girmiştir. Bu dönemde meşrutiyeti savunan birçok aydın Avrupa'ya kaçmak zorunda kalmıştı. Abdülhamit yönetimi esas itibariyle Tanzimat'la başlayan Osmanlılık politikasını savunmuştur., 1890'dan itibaren de Panislâmizme kaymıştır. Burada asıl gaye ülkeyi böldürmemektir. Abdülhamit döneminde tarihle ilgili kitapların arttığını, bunların gazetelerde tefrika edilerek halka inme imkânına da kavuştuğunu görmekteyiz. Bu dönemde Şemseddin Samî, Necip Asım, Veled Çelebi gibi şahsiyetler ortaya çıkmıştır.
Aslen bir Arnavut olan Şemseddin Sami ilmî Türkçülük alanında eserler vermiş olup onun en önemli eseri üç sütun üzerine 1574 sayfa tutan Kâmûs-ı Türkî adlı eseridir. Ona göre "Lisan ve cinsiyet Sultan Osman'dan ve devletin kuruluşundan eskidir. Bu lisanı konuşan kavmin ismi Türk'tür. Lisanın ismi de Lisan-ı Türkî'dir. Türk ismi ise Adriyatik sahilinden Çin hududuna ve Sibirya'nın iç taraflarına kadar yayılmış bir milletin adıdır. Bunun için bu unvanı küçük görmek şöyle dursun, onunla övünmek ve sevinmek lazımdır. Bu eserin dışında Şemseddin Sami, Rodloff neşrinden faydalanılarak Orhun Abideleri'ni satır satır tercüme etmiştir. Kutadgu Bilig'i de Vambey neşrinden faydalanarak ilk defa inceleyen araştırmacı olmuştur. Bursalı Tahir Bey ilmî Türkçülük faaliyetlerine daha çok bir biyografi ve bibliyografi âlimi olarak hizmet etmiştir. Tahir Bey, "Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri" adlı biyografik eseriyle tarihteki Türk büyüklerini, hatta o zamana kadar Türk oldukları bilinmeyen ilim ve fikir adamlarını Türk kamuoyuna tanıtmıştır. Onun diğer bir hizmeti de bugün hâlâ temel kaynak olarak kullanılan Osmanlı Müellifleri isimli 3 ciltlik ansiklopedik eserdir. Necip Asım (Balhasanoğlu), Askerî Rüştiye'de hocalık yaptığı zamanda tarih, coğrafya ve gramer kitapları yazmış, İkdam gazetesinde Türk dili ve tarihi hakkında çeşitli makaleler yazmıştır. Onun Türk dili alanındaki çalışmaları Türkiye dışında da ilgi uyandırmış. 1895'te Paris'teki Societe Asitiqu'e aza seçilmişti.
Necip Asım, Karahanlı dönemi eserlerinden Edip Ahmet'in Atabetül-Hakayık adlı eseri okuyarak 1918'de Hibetü'l-Hakayık adıyla neşretmiş, daha önce Şemseddin Sami tarafından hazırlanan Orhun Abideleri'ni ilk defa alarak 1921'de yayımlamıştır. Velet Çelebi (İzbudak), 1925 yılında Mevlâna'nın oğlu Sultan Velet'in Türkçe şiirlerini bir araya toplayarak "Divan-ı Türkî-i Sultan Velet" adıyla neşretmiştir. Onun diğer önemli çalışması Orhun Abideleri'nden başlayarak, Türk dili ve edebiyatıyla ilgili eserlerin taranması suretiyle oluşturduğu 8 ciltlik Büyük Türk Dili Lügatı'dır. Ahmet Hikmet Müftüoğlu, 1908'den sonra başlayan Türkçülük hareketlerinde faal görevler almış, Türk Derneği, Türk Ocağı gibi teşekküllerin kuruluşunda yer almıştır. Onun Gönül Hanım adlı tarihî romanıyla, Çağlayanlar isimli tamamen millî hislerle dolu sade Türkçeyle yazdığı hikâyelerini ve nesirleri önemlidir. Ayrıca Macaristan'da büyükelçilik yaparken müsteşriklerle tanışmış, Macar-Türk Dostluk ve Kültür Birliği'ni kurmuştur. 19. asrın sonunda ise milliyetçilik inancını şiir sahasına naklederek Türk edebiyatında açık bir şekilde Türkçülüğü ilk defa bir sanat ideali hâline getiren Mehmet Emin Yurdakul'dur. Yeni Türk şiirinde sade ve tabiî bir halk dili kullanmayı ülkü edinen şair, bilgi ve şuuruyla edebiyatta Servet-i Fünunculardan siyasette ise Osmancılık güden İttihat ve Terakkicilerden ayrılmıştır. Şair sesini ilk defa 1897'de yazdığı ve
"Ben bir Türk'üm, dinim, cinsim uludur,
Sinem, özüm ateş ile doludur"
mısralarıyla edebiyat tarihine girerek sesini duyurmuştur.
899'da şiirlerini topladığı Türkçe Şiirler adlı kitabı içte ve dışta büyük aksüâmel bulmuş, hatta 1903'te Rus Türkoloğu Minorskiy tarafından Rusça'ya aktarılmıştır. 1910 yılında Türk Yurdu dergisinin imtiyazını alan şair Türk Sazı, Ey Türk Uyan, Tan Sesleri, Turana Doğru gibi eserlerde yayımlamıştır.
Bu arada 19.yy.'ın 2. yarısında Osmanlı Devleti'ndeki milliyetçilik hareketlerine eşanlamlı uyanışları Türk dünyasının diğer bölgelerinde de görmekteyiz. Azerbeycan'da millî edebiyatın kurucuları olarak Mirza Fethali Ahunde ile Sabir'i görmekteyiz. Mirza Fethali, Azerbeycan Türklerine Avrupa kültür ve medeniyetini tanıtmak suretiyle kalkındırmak istiyordu. Bu amaçla birçok sahne eseri yazan yazarın eserleri Temsilât-ı Kabudan Mirza Feth Ali Ahundizade adıyla Tiflis'te 1859'da basılmıştır. Ahundzade bütün şark dünyasının kalkınması ve batı medeniyetine girmesi için Arap alfabesinin ıslâh edilmesini düşünüyordu. Bu amaçla İstanbul'a gelerek ilim adamlarıyla temaslarda bulunmuş, çalışmalarını devrin sadrazamı Fuat Paşa'ya vermiş, Fuat Paşa da eseri incelenmek üzere "Cemiyet-i İlmiyye-i Osmaniye"'ye göndermiş, Cemiyet Ahundzade'yi çağırarak bir toplantı yapmış ve teklifi incelemişse de bir sonuç alamamıştır. Sabir ise vatan konusundaki ilhamı Namık Kemal'den almış, hatta Kafkas Türklerine hitaben acı bir nazirede kaleme almıştır. Onun asıl ünü Molla Nasreddin dergisinde neşredilen mizahî şiirleriyle yayılmıştır. Şiirleri Hophopname adı altında birçok kez basılmıştır.
1875 yılında ilk defa olarak Rusya'daki Türkler arasında Hasan Bey Zerdebi tarafından Ekinci adında Türkçe bir gazete çıkarmış, fakat 2 yıl sonra Rusların Türklerle savaşa girmeleri sonucunda kapatılmıştır. Bundan sonra Tiflis'te Ziya-yı Kafkasya adlı haftalık bir gazete yayımlamıştır.
Her ne kadar Kazan'da 1801 yılından beri Arap harfleriyle bir matbaa kurmuşsa da bu matbaa daha çok Kur'an ve dinî eserler basmıştır. Bir taraftan dinî eserler basılırken, bir taraftan da medreseler kurmuştur. Bu medreselerde ders veren müderrislerden Abdülkayyum Nasirî, hemen hemen her alanda eser vermiş, daha çok Tatarlık çevresinde kalan bilmece, mani, türkü, tarihî manzume ve atasözü toplayarak neşretmiştir. Şahabettin Mercani ise tarihî eserler kaleme alarak millî uyanışa vesile olmuştur.
Yalnız Rusya Türkleri arasında değil, bütün Türklük âleminde büyük bir tesir yaparak Türkçülük cereyanına hız vermiş olan Kırımlı İsmail Gaspıralı Beydir. İsmail Bey uzun müddet öğretmenlik yaptıktan sonra 1874'te İstanbul'a gelerek Türk ordusuna zabit olarak katılmak istemiş, fakat isteği geri çevrilince tekrar Kırım'a dönmüştür. İsmail Bey, Türk kavimlerinin kültür seviyesini yükseltmek, eski ve geri kalmış zihniyet veya müesseseleri yıkmak,Türk milleti arasında müşterek kültürü kurmak düşüncesiyle "Dilde, Fikirde, İşde Birlik" şiarıyla 1883 yılında Rusça-Türkçe Tercüman gazetesini çıkarmıştır. Tercüman birkaç yıl içinde Sibirya'dan İstanbul'a kadar okunan en büyük gazete olmuştur. Bu gazetenin etkisiyle Usul-i Cedit hareketi doğmuştur.
Usul-i Cedit hareketi Avrupa tarzında düzenlenmiş ilkokullarda ilk eğitimin mahalli lehçelerle olmasını ve bunun 3 sene sürmesini, dördüncü seneden itibaren eğitimin umumî, edebî Türk dili olan sadeleştirilmiş İstanbul şivesiyle yapılmasını savunuyordu. Bu hareket, hayatın bütün safhalarına yayılarak Türkler arasında okuma yazma oranı artmış. Bilâhare Azerbeycan ve Kazan'da millî kültürüne sahip, yabancı dil bilen ve batı medeniyetlerine vakıf bir aydın kitlesi ortaya çıkmıştır. Mesala millî hayattan konular alarak eser yazan muharirler arasında Ayaz İshaki, birçok hikâye, roman ve tiyatro eserleri ortaya koymuştur. Ayaz İshaki'nin Türkiye'de de neşredilmiş eserleri vardır. Kazan'da başlayan mahallilik cereyanı Fatih Kerimi, Ali Aysar Kemal, Fatih Emir Han, Alemcan İbrahim, Hüseyin Feyizhan gibi yazarların çalışmalarıyla zenginleşiyordu. Şiir sahasında hakikî Kazan şivesiyle şiir yazmayan fakat şiirleri oldukça müteessir olan Ak Molla'dan sonra Mecit Galari, 1905 Rus İnkılâbı sırasında millî duyguları harekete geçiren güzel şiirler yazmış ve bundan dolayı Millet Muhabbeti adlı şiir mecmuası hükûmetçe toplatılmıştır. Kazan Türklerinin en büyük şairi Abdullah Tukay kısa sürede şöhret kazanmış, yazmış olduğu şiirler her sınıf halk tarafından okunarak büyük bir ilgi görmüştür.
1905'teki Japon-Rus savaşında Rusların mağlup olmasıyla Rusya'da vuku bulan ihtilâl hareketleri üzerine Çarlık Rusya'daki Türklere karşı biraz daha serbest davranılmıştır. Bunun üzerine 1905 senesinde Kazan Muhabiri adlı bir gazete çıkarmış olan ve daha sonra geniş bir şekilde bahsedeceğimiz Yusuf Akçura da bu gazetede yazmıştır.
1905'te Kazan'da bir millî tiyatro kurulmuş, tarihe ve edebiyata dair eserler verilmiştir. Bunların içinde Türk tarihini bir bütün olarak gören Hasan Ata'nın Tarih-i Kavm-i Türkî adlı eseri önemlidir. Bundan sonra yazılan en önemli eser Başkurt Türklerinden daha sonra Türkiye'ye gelecek olan Zeki Velidi (Togan)'nin Türk ve Tatar Tarihi adlı eseridir. Zeki Velidi ayrıca Kazan'da Ali Zahir ile beraber Yurd Mecmuası'nı Taşkent'te Kireş gazetesini çıkarmış, bugünkü Türkistan adıyla bir eser yayımlamıştır. Bu dönemde Hadi Atlasi, Kazan Hanlığı ve Sibir Tarihi adlı eserle şöhret kazanmış, Kazan Türkleri adlı eseriyle milliyetçilik tarihine girmiş olan Abdullah Battal (Taymas)'da yalnız siyasî faaliyette değil, aynı zamanda kültür sahasında da çalışmalarda bulunmuştur.
1905'ten sonra Azerbeycan'da milliyetçilik hareketi şuurlu bir şekilde artmaya başlamıştır. Bu yıl da Ali Merden Topçubaşı tarafından neşre başlayan Hayat Gazetesi, Ahmet Ağaoğlu ve Hüseyinzade Ali Bey gibi iki mühim şahsiyeti de ortaya çıkarmıştır. Artık bundan sonra İrşad, Füyuzat ve Taze Hayat gibi gazeteler de neşredilmeye başlanmıştı. Hüseyinzade Ali Bey, daha önce Kahire'de yayımlanan Türk Gazetesi'nde Akçuralı Yusuf'un yazdığı bir makaleyi tenkit etmiş ve "Tatar diye bir kavmin olmadığını, Kazanların, Kırımların ve diğer yerlerde bulunanların hep Türkoğlu Türk olduğunu yazmıştır. Ali Beyin Türkçülük fikrine katkıda bulunan ve Gökalp'i de etkileyen "Bize Hangi İlimler Lâzımdır" makalesinde savunduğu görüşlerdir.
Ona göre Türklere muasır ilimler lazımdır, O asrilik telkin eder ve Müslüman Türk kavimleri için Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Avrupalılaşmak iddiasını ileri sürer. Siyaseten Osmanlı Devleti'ni, Osmanlı Türklüğünü müstakil Türklüğün nüvesi telâkki eder. Onun Füyüzat'ta dikkat ettiği diğer bir konu da Şiî-Sünnî mezhep anlaşmazlığıdır. Ali Bey 1908 Meşrutiyeti'nden sonra Türkiye'ye dönerek Tıp Fakültesinde hocalık yapmış, hemen hemen bütün Türkçü faaliyetlere katılmıştır. Ağaoğlu Ahmed Bey, ise aslen Erzurum'dan Karabağ'a hicret eden bir ailedendir. Ağaoğlu, Azerbeycan'dan Avrupa'ya giden ilk Türk'tür. Avrupa'dan yurda döndükten sonra önce Kasbi ve Hayat gazetelerinde çalışmıştır, daha sonra İrşad adlı bir gazete çıkarmaya muvaffak olmuştur. Ağaoğlu, bir taraftan Türklerin hukukunu savunmaya çalışırken, bir taraftan da İran ve Rusya'nın körüklemeye çalıştığı mezhep anlaşmazlığını izoleye çalışmıştır. Ermenilerin Türklere karşı hareketlere girişimleri üzerine Fedaî adlı gizli bir cemiyet kurmuştur. Bütün bu faaliyetlerin sonucunda takip ve baskıya uğrayınca 1908'de İstanbul'a kaçmıştır. Ağaoğlu, İstanbul Darülfünun'una profesör olmuş, İttihat ve Terakkî Partisi'nde rol olarak mebus seçilmiş, Türk Ocakları ve Türk Yurdu dergisinin kuruculuğunda bulunmuş ve Cumhuriyet döneminde de Serbest Fırka faaliyetlerine katılmış renkli bir simaydı. Ağaoğlu'nun 20'ye yakın kitabı ve sayısız makalesi vardır.
1905-1917 yılları arasında Rusya Türkleri arasında baş gösteren milliyetçilik hareketleri Türkiye'yi de olumlu bir şekilde etkilemiştir. Öncelikle aydınlar "Tercüman"ın kullandığı sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesini tercih etmişlerdir. Böylece aradaki lehçe farkının giderilmesi için önemli bir adım atılmıştır. Aydınların karşılıklı geliş-gidişlerinin yanı sıra zengin aileler veya Cemiyet-i Hayriyeler kabiliyetli Türk çocuklarını İstanbul'a göndermişlerdir. A.Cevdet gibi pek çok öğretmen İstanbul'dan Rusya'nın çeşitli şehirlerindeki okullara ve medreselere davet ile istihdam olunmuş, özellikle Azerbeycan'daki mektep ve medreselerin teşkilât yapısı, Osmanlı mektep ve medreselerinin teşkilât yapısına uydurulmuştur. 1905'ten sonra başlayan kongreler dönemi Rusya Türklerinin Osmanlı İmparatorluğu'na duydukları sevgi ve bağlılık hislerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. 1912'deki Balkan Savaşı sırasında Tercüman, Vakit, Yıldız gibi yayın organlarında Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar tarafından acımasızca katledilen Türklere dair dramatik haberler ve Osmanlı Devleti'ni haklı çıkaran yazılar yer almakta, Hilal-i Ahmer (Kızılay) için yardımlar toplanmaktadır. Bu yardımların büyük bir kısmı Türkiye'ye ulaşmıştır. Rusya'daki Türkler, Osmanlı savaş esirleriyle yakından ilgilenmiş, hatta onlarla ilgili raporlar göndermişlerdir. İsmail Gaspıralı, İstanbul'a geldiği zamanlar konferanslar vermiş, "Türk Yurdu" dergisine yazılar yazmışlar, 1911'de İttihat ve Terakkî Partisi'nin genel merkez üyeliğine seçilmiştir.
Aynı şekilde İsmail Bey, damadı Nasip Yusufbeyli ile birlikte İstanbul'da Türkçülerin ilk resmî derneği olan Türk Derneği'nin üyesi idi. 1917 İhtilali sonrası kurulan genç Türk Cumhuriyetinin yıkılmasıyla Türkiye, Ahmet Ağaoğlu, Prof. Yusuf Akçura, Prof. Sadri Maksudi Arsal, Prof. Abdülkadir İnan, Dr. Hamit Zübeyr Koşay, Prof. Dr. Reşit Ahmedi Arat, Prof.Dr. Akdes Nimet Kurat, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, Prof.Dr. İsmail Ertaylan, Prof.Dr. Zeki Velidi Toğan ve daha birçok aydına kucak açmıştır. Bu aydınların hemen hepsi Türkiye'deki Türkçü derneklerin kurulmasında rol almışlardır. Bunlardan en önemlisi Türk fikir hayatına imzasını atan Yusuf Akçura'dır.
Akçura, 1897'de Tataristan'da doğmuş, babası öldükten sonra annesiyle İstanbul'a gelmiş, tahsilinin büyük bir kısmını İstanbul'da yapmıştır. Yazları Kazan'a giderek eniştesi İsmail Gaspıralı'nın yanında kalıyor ve Ondan feyz alıyordu. Türkiye'de Harbiye'ye giren Akçura Jön Türkler hareketine katılınca okuldan atılarak Trablusgarp'a sürgüne gönderilmiştir. Buradan Paris'e kaçan Akçura, Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirince 1903 yılında Kazan'a dönmüş, burada Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılmasını önleyecek tedbirleri içeren "Üç Tarz-ı Siyaset" adlı makalesini kaleme almıştır. Daha sonra kitap hâline getirilen bu makalede:
"Osmanlı ülkelerinde garptan feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzuları uyanarak, belli başlı üç siyasî yol tasavvur ve takip edildi sanıyorum.
Birincisi, Osmanlı hükûmetine tâbiî muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek; İkincisi, hilâfet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasında faydalanarak, bütün İslâmları söz konusu hükûmetin idaresinde siyaseten birleştirmek; Üçüncüsü, ırka dayanan siyasî bir Türk milleti teşkil etmek" ifadeleriyle genel durumu belirten Akçura'ya göre Osmanlıcılık ve İslâmcılık bir zamanlar Osmanlı Siyasetine ağırlığını koymuş, 1870'den sonra Osmanlıcılık görüşünün yerini İslamcılık almaya başlamış, Türkçülük ise son zamanlarda ortaya çıkmıştır. Akçura, aşağıdaki ifadeleriyle Türkçülüğe siyasî bir anlam da kazandırmıştır. "Bir Türk millet-i siyâsîsi husule getirmek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı Devleti'nde gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiç birisinde bu fikrin mevcut olduğunu zannetmiyorum. ..... Türk Birliği Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Türkleri din ve ırk bakımından birleştirecek, ayrıca Türk aslından olmayan bir derece Türkleşmiş unsurlar da Türklükle temsil edilecek ve hiç temsil edilmemişlerle daha millî bir vicdana sahip bulunanlar da Türkleştirilecektir. Asıl önemli olan dünyaya yayılmış bulunan Türklerin birleşmesi ve büyük bir millet-i siyasîye meydana getirmesidir, bu Türkçülük sayesinde olacak ve Türk toplumlarının en kuvvetlisi, en ileri ve uygar olan Osmanlı Devleti bu işte esas rolü oynayacaktır. Asıl kaygısı İmparatorluğun dağılmaması olan Akçura 1908 II. Meşrutiyeti ile İstanbul'a gelmiş, Harbiye, Mülkiye ve Darülfünun'da hocalık yapmıştır.
Daha sonra İstiklâl Savaşı'na katılan, İstanbul ve Kars mebusu olan Akçura Ankara Hukuk Fakültesi'nde dersler vermiş, Türk Tarih Kurumunun başkanlığını yapmış ve 11 Mart 1935 günü vefat etmiştir. Akçura'nın Ulûm ve Tarih, Türk Germen ve İslâvların Münasebat-ı Tarihiyeleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun Dağılma Devri, 18. ve 19. Asırlar, Zamanımız Avrupa Siyasî Tarihi gibi eserleri önem arz etmektedir. |